07 Ekim 2016, 18:38 - 
KERBELÂ'DA ÂŞURA GÜNÜ

KERBELÂ'DA ÂŞURA GÜNÜ

İmâm (a.s) ve 72 yâranı dünya tarihinde görülmemiş bir testanı kanlarıyla yazmak için savaş meydanına atılmışlardı..

Tarihin akışını değiştirecek, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük devriminin temelleri böyle atılıyordu Kerbelâ çölünde.. Kanla sulanacak bu temel için İmâm (a.s), arkadaşlarına şöyle sesleniyor: “Beni bu melunlar karşısında yalnız bırakmayan dostlarım! Allah’ın rahmeti üzerinize olsun. Sabır ve metanetle şehâdete hazır olun! Allah’ın dostlarına asla korku yoktur. Allah Subhanehu ve Teâlâ bizleri cennetine davet etmektedir.“   
İmâm (a.s) ve yârenleri korkusuzca ve yiğitçe savaş meydanına atılıyorlar. Ancak orantısız ve eşit koşullarda olmayan bir savaştı bu. Düşünebiliyor musunuz, bir tarafta 72 kişilik küçücük bir grup Allah eri, diğer tarafta ise 30 bin kişilik düşman ordusu! Bu durum nasıl eşit olsun ki? Ama Allah’ın erlerini bu eşitsizlik ve orantısızlık asla tereddüte düşürmemiş, aksine şehâdeti mutluluk ve vuslat bilip ölümüne meydana atılmışlardı.
Ve melun Yezid’in askerleri karşısında öylesine fütursuzca ve gözüpek savaşıyordu ki, kükremiş arslanlar gibi ileri atılarak her biri düşman askerlerinden en az on-yirmi kişiyi cehenneme göndermeden şehâdet şerbetini içmiyordu.  (Maktelu’l-Hüseyn, Mukarrem, s.292) 
Bir avuç cengâver, savaşın kızıştığı bu esnada düşman askerlerine oldukça kayıplar verdirmişlerdi. Ömer b. Sa’d’ın askerlerini bir anda korku sarmaya başlıyor ve şöyle diyorlardı: “Eğer, bu şekilde onlarla bire bir savaşmaya devam edersek, bizim sonumuzu getirirler ve kaybeden biz oluruz. Onlara karşı hep birlikte topluca saldıralım!“
Teke tek çarpışmaktan vazgeçip (o günkü savaş ahlâkına mugayir bir tutum sergileyerek), gruplar halinde saldırıya geçiyorlar. Zaten baştan beri namertçe bir tutum içerisinde idiler. Şimdiki davranışları ise kahpelikten başka bir şey değildi. 
Gözleri dönmüş melunlar kümeler halinde saldırıya geçip katliâmlarına hız veriyorlar. Düşman askerleri öylesine bir yoğunlukta hücuma geçmişlerdi ki, ortalık adeta toz-duman olmuş göz gözü görmüyordu. Her taraftan kuşatılan İmâm’ın (a.s) yârenleri yiğitçe, korkusuzca, sabır ve metanetle gösterdikleri dirence rağmen bu dengesiz savaşta tek tek şehâdet şerbetini içmeye başlamışlardı. Aldıkları kılıç ve mızrak darbeleriyle Kerbelâ toprağını pak kanlarıyla sulayıp ebedî âleme göçüyorlardı. Atların nalları altında çiğnenip parçalanmış bedenleri ise İmâm’larına (a.s) olan sadakat ve bağlılığı ibrâz ediyordu. Bu öylesine bir sadakattı ki, karşılığında yüceler yücesi bir makam onları bekliyordu. 
Henüz öğlen olmadan İmâm’ın (a.s) yarenlerinin çoğu hakka kavuşmuştu. Düşman askerleri bir ara hamle yapıp geri çekilme taktikleri yapıyordu. Öğlen namazının vakti girince İmâm (a.s) yârenlerine işaret edip onları namaza çağırmıştı. Namaza durduklarında bir kısmı ise saldırı ihtimali ile onları koruyordu. Nitekim namaz esnasında düşman askerleri ok atmaya başlamış ve nöbette duranlar oklara karşı kalkanlarını siper etmişlerdi. Sonuç olarak böylesi bir hengâmede nöbetleşerek namazlar kılınmıştı. 
Namazla birlikte biraz soluklanmış olan İmâm’ın (a.s) yârenleri tekrar düşmanın karşısına çıkmış bütün bir cehdle savaşa devam ediyordu. Ama orantısız bir savaş nereye kadar sürerdi? 30 bin kişilik bir ordu karşısında bir avuç feta ne kadar direnç, ne kadar mukavemet gösterebilir ki? Karşı taraf için bu orantısızlık, bu dengesizlik, bu eşit olmayan durum nasıl olurda utanç vesilesi olmaz? Ama heyhât! Zalim Yezid ve avanesinden başka ne beklenir ki? 
Bu nedenledir ki, “Kerbelâ“ dendiğinde akla iki boyutlu tehayyül ve anlamlar gelir! Bir tarafta yalnızlık, mazlumiyet ve gadre uğramışlık, diğer tarafta hunharlık, acımasızlık ve canavarlık! Bir tarafta, “Biz velâyete inanan Müslümanlarız“ dedikleri için katliâma maruz kalan bir avuç insan, diğer tarafta dünyevî beklentiler uğruna katliama girişen haydutlar ve sırtlanlar sürüsü! Bir tarafta “ihkak-ı hak“ uğruna kıyam eden bir avuç devrimci Allah eri, diğer tarafta cahilîyeyi hortlatan Ebu Cehil ve Ebu Süfyan’ın ardılları!
Kerbelâ bir yönüyle hüzün ve keder demekse, diğer yönüyle kıyam demektir, devrimci bir ruhu kuşanmak demektir! Kerbelâ, bir taraftan bize İmâm Hüseyin (a.s) ve yârenlerinin mazlumiyetini anlatırken, diğer taraftanda hangi koşullar altında olursak olalım yeri ve zamanı geldiğinde Yezid gibi bir Firavun’a nasıl başkaldırıp kıyam edeceğimizi öğretmektedir. Kısacası Kerbelâ, biz Ehl-i Beyt aşıklarına “devrimci bir ruh“ bahşetmektedir!
Bizler için “numune-i timsâl” olan bu cengâverlere bakıyoruz, her biri en ufak bir tereddüt ve endişeye kapılmadan korkusuz birer arslan gibi atlıyorlardı düşmanın üzerine. Ve her biri onlarca düşman askerini yere sermeden toprağa düşmüyorlardı. 
Bakıyoruz, İmâm Hüseyin’in (a.s) Ebu Mürre b. Urve b. Mes’ud es-Sakafî’nin kızı Leyla’dan olan oğlu Ali Ekber güzel ve aydınlık yüzüyle ve bir o kadar da azametli endamıyla recez okuyarak korkusuzca düşmana saldırıyor. Kılıcını öyle bir ustalıkla kullanıyordu ki, görenler onu dedesi İmâm Ali’ye (a.s) benzetiyordu. Beş-on kişilik gruplar halinde saldırmalarına rağmen onunla baş edemiyorlardı. Bir darbe yiyen bir daha yerinden kalkamıyor, cehennemi boyluyordu! Ama karşısındaki düşman hem hâin ve hem kalleşti! Sonunda Hazreti Hamza (a.s) gibi Ali Ekber de uzaktan atılan bir mızrakla şehid edilmişti. 
Mızrağı atan Mürre b. Munkız’dı. Ali Ekber’in yanına sokulmaya bir türlü cesaret edememiş ve kalleşçe, sinsice mızrağı uzaktan atmıştı. Ali Ekber, bedenine saplanan mızrağın darbesiyle yere yığılırken düşman askerleri o esnada sırtlanlar gibi üzerine çullanıp vurdukları kılıç darbeleriyle onu şehid etmişlerdi.
İmâm Hüseyin (a.s), oğlunun cansız bedeninin yanına gelip büyük bir metanetle gözyaşlarını silerek Allah’a tevekkülünü arzediyor ve ardından büyük bir hışımla düşmana lânet okuyor. Bu ara İmâm’ın (a.s) eşi Rubab ve kız kardeşi Zeynep koşarak gelip Ali Ekber’in yerde yatan bedenine kapanıyor ve feryad edip ağlamaya başlıyorlar. İmâm (a.s) bu acı manzara karşısında metanetini yitirmeden eşine ve kız kardeşine sabırlı olmalarını ve ağlamamalarını söyleyip onları teskin etmeye çalışıyor.  
Öte yandan Müslim b. Akil’in oğlu Abdullah’a bakıyoruz. O da Ali Ekber gibi yiğit ve civanmert delikanlı. Düşmana öylesine saldırıyor ki, kimse karşısında tutunamıyor. Düşman askerlerine bir kartal gibi saldırarak ortalığı tozudumana katıyor. Kendisiyle baş edemeyeceğini anlayan çapulcular uzaktan ok ve mızrak atmaya başlıyorlar. Amr b. Sabih denen melun yayını gererek okunu Abdullah’ın alnına fırlatıyor. Oku son anda farkeden Abdullah, elini kaldırmasıyla birlikte ok aynı anda avucuna isabet edip alnına saplanıyor. O esnada bir başka melunun atmış olduğu mızrak Abdullah’ın bedenine isabet ediyor. Ve yiğit Abdullah da oracıkta şehâdet şerbetini içiyor.
Bu şekilde İmâm Hüseyin‘in (a.s) aile efradının yiğitleri de tek tek Kerbelâ toprağını kanlarıyla sulayıp şehâdete erişiyordu. 
Karşı cenahtan Hamid b. Müslim İmâm Hasan’ın (a.s) oğlu Kasım’ın şehâdetini şöyle anlatıyor: “Biz o gün Kerbelâ’da savaşırken, birden yüzü ay parçası gibi çocuk denecek yaşta bir delikanlı karşımıza çıktı. Elinde bir kılıç, üzerinde bir gömlek, izar ve ayağında nalın vardı. Nalınlardan birinin tasması kopmuştu. Ömer b. Said b. Nufeyl el-Ezdî bana dedi ki: ‘Vallahi bu çocuğa saldıracağım.‘ Dedim ki: ‘Subhanallah! Bunu yapmakla eline ne geçecek? Bırak onu! Nasılsa şu savaşçılar onlardan bir tek kişiyi sağ bırakmayacaklar.‘ Hiçbir acıma duygusuna kapılmadan bana dedi ki: ‘Vallahi saldıracağım.‘ Sonra elindeki kılıçla çocuğa öylesine vahşiyâne bir şekilde saldırdı ki, bir vuruşta çocuğu yere serdi. Çocuk yediği kılıç darbesiyle acılar içerisinde yerde kıvranıp can çekişiyordu.“
“Çocuğun yere yıkıldığını gören Hüseyin Ömer b. Nufeyl’e büyük bir hışımla saldırıp indirdiği kılıç darbesiyle kolunu kopardı. Ömer öyle bir çığlık attı ki, bütün karargâh bu sesi duydu. O esnada askerlerimiz onu kurtarmak için hamle yaptılar ancak o kargaşada Ömer atların altında ezilerek can verdi. Toz duman çekildikten sonra Hüseyin’in çocuğun başında durduğunu gördüm. Ve şöyle beddua ediyordu: ‘Lânet olsun seni katleden kavme! Kıyamet günü onların hasmı deden olacaktır.“ 
“Sonra ruhunu teslim etmiş bir vaziyette yerde yatan bu çocuğu kucaklayıp diğer şehidlerin yanına götürüp koydu.“ 
Düşman askerlerinin taktiklerinden biri de topyekün saldırılar düzenleyip katliamlar yaptıktan sonra tekrar geri çekilmekti. Böyle bir esnada İmâm Hüseyin (a.s) yaralıların durumunu gözlemledi. Onlara su verdi. Ama artık suları da kalmamıştı. İmâm (a.s), çadırlara gidip oradakilere de göz atmayı ihmal etmedi. Susuzluktan herkesin ciğerleri kavruluyordu. İmâm (a.s), henüz kundakta olan en küçük çocuğu Ali Asgar’ı kucağına alıp çadırların önüne çıkıyor ve düşman askerlerinden su istiyor.
Ancak gözü dönmüş olan düşman askerleri öylesine gaddar ve öylesine acımasızdı ki, İmâm’ın (a.s) su istemesine okla karşılık veriyorlar. Ne acıdır ki, atılan ok küçücük Ali Asgar’ın boğazına saplanıyor. İmâm (a.s) o esnada öylesine sarsılıyor ki, aynı anda âdete kendi yüreğine, kendi bedenine binlerce ok saplanmıştı. Böyle bir acıya nasıl dayanılır? (Ey aziz İmâm! Sana bu acıyı tattıranlara binlerce, milyonlarca kez lânet olsun!) 
Acı, keder ve hüzne gark olan İmâm‘ın (a.s) avucu minik yavrusunun kanıyla dolmuştu. İmâm (a.s) gözyaşına boğularak avucundaki kanı gökyüzüne doğru savurup Rabbine şöyle bir niyazda bulunuyor:
“Rabbim! Eğer gökten gelecek yardımı bizden alıkoymuşsan, bunu (bizim için semavî yardımdan da) daha iyi olan bir nimete vesile kıl ve şu zalimler topluluğundan bizim intikamımızı al!“
       Bir başka rivâyette ise İmâm Hüseyin‘in (a.s) gözyaşları içerisinde şöyle dediği aktarılmakta: “Yâ Rabbi! Bu kurbanımı benden kabul buyur!“
    Ümmetin vefasızlığından dolayı, ümmetin onu, ailesini ve bir avuç yârenini Kerbelâ çölünde naçar bırakıp terk etmesinden dolayı acı ve kedere gark olan İmâm’ın (a.s) o anki durumunu, o anki halet-i ruhiyesini düşünebiliyor musunuz? Bütün aile fertleri ve en sevdiği can dostları tek tek toprağa düşüyor. Bir de bu yetmezmiş gibi kundaktaki minicik yavrusunu da katlediyorlar. Bu nasıl bir acımasızlık, bu nasıl bir vahşilik ve bu nasıl bir terk ediliş?! 
Acıma duygularını yitirmiş, merhamet yoksunu zalimler, Allah Resûlü‘nün (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine neleri reva gördüler? Dünya tarihi böyle bir hunharlık, böyle bir vahşet örneği görmüş müdür acaba? Vah mazlum Hüseyin vah! Vah naçar Hüseyin vah! Sana ve ailene bu vahşeti reva görenler, seni Kerbelâ çölünde tek başına naçar bırakanlar mahşer günü Rablerine ne mazeret uyduracaklar? Onların yeri cehennem değil midir? 
Kerbelâ o günkü Müslümanların en büyük imtihanıydı? Çadırlardaki kadın ve çocukların feryadı arşa yükselirken onları duyması gerekenler duymadı! Oysa Rabbimiz “Feryad eden çocuk ve kadınlar adına neden savaşmıyor sunuz?“ (Nisâ:75) diye imân edenleri uyarıyordu!
Ne yazık ki, bu feryada İmâm’ın (a.s) aile bireylerinden ve bir avuç yâreninden başkası cevap vermemişti. Ve bu yiğit insanlar zamanın en büyük çapulcu sürüsüne karşı savaşıp tek tek Rablerine kavuşmuşlardı. Bakıyoruz, İmâm Ali’nin (a.s) eşi Ümmül Benin‘den olan çocukları Ebulfazl Abbas, Abdullah, Cafer ve Osman düşman askerlerine karşı kıyasıya bir savaş veriyorlar. Yiğitçe, korkusuzca çarpıştıkları bu savaşta birçok düşman askerini safdışı etmeyi başarıyorlar. Ve sonunda Abdullah, Câfer ve Osman şehid oluyor. Ebulfazl Abbas ise henüz ayakta ve İmâm Hüseyin’in (a.s) yanında omuz omuza düşmana karşı yalın kılıç savaşmaya devam ediyor.
Düşmanın saldırıp geri çekilme taktikleri devam ediyordu. Özellikle İmâm’a (a.s) karşı saldıran grup fazla tutunamayıp birçok kayıp vererek geri çekilmek zorunda kalıyordu. Bu saldırılar kim bilir kaç kez tekrar etmişti. Bu ara İmâm (a.s) ve Abbas’ın susuzluktan dudakları çatlamış, ciğerleri yanıyor, içleri kavruluyordu. Çadırlardakiler de hâkezâ..
Abbas çadırdan bir tulum alıp İmâm’a (a.s) Fırat’a gidip su almak istediğini belirtiyor. İmâm (a.s) “Peki“ der demez Abbas süratli bir şekilde atını mahmuzlayıp Fırat’a doğru sürüyor. Abbas, düşman askerlerini yarıp Fırat’a ulaşmıştı. Fıratın buz gibi akan suyundan avuçlarına doldurup susuzluktan çatlamış dudaklarına götürürken, ani bir kararla suyu içmekten vazgeçiyor. Bu ara atına bakıyor, atı da su içmiyor. Hiç vakit kaybetmeden elindeki tulumu dolduruyor ve bir hamlede atına bindiği gibi  dört nala harekete geçiyor. Ancak gözü dönmüş, acıma hissini kaybetmiş, merhamet duygularını yitirmiş düşman Abbas’ın yolunu kesip saldırıya geçiyor. 
Abbas, sırtlan sürüsü gibi üzerine çullanan düşman askerlerinin kılıç darbelerine maruz kalıyordu. Sağ koluna aldığı kılıç darbesinden dolayı tulumu sol koluna alıp yoluna devam etmeye çalışıyor. Ancak bu sefer sol koluna da darbe yiğince tuluma bedeniyle sarılıp düşmanın saldırısından kurtulmaya çalışıyor ve ne bahasına olursa olsun su tulumunu çadırlara yetiştirmek istiyordu. Ama olmadı üst üste aldığı kılıç ve mızrak darbeleri onu bitâb düşürmüştü. Sonunda gözü dönmüş canavarlar yiğit ve cengâver Abbas‘ı atından düşürüp şehid ediyorlar.
Ebulfazl Abbas’ın annesi Ümmül Benin anlatıyor: “Yavrum Abbas henüz küçük bir çocukken bir gün babası İmâm Ali (a.s) onu kucağına almış seviyordu. Ben mutluluk içerisinde onları seyrediyordum. Bu ara dikkatimi çeken birşey oldu! İmâm Ali (a.s) Abbas’ın ellerini-kollarını öperken birden gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Onu bu halde görünce yüreğim burkuldu, içim yandı. Kendi kendime merak edip 'bunun bir sebebi olmalı' diye düşündüm! Ve neden ağladığını sordum. İmâm Ali (a.s) hüzünlü bir şekilde şu cevabı verdi: 'Bu yavrum Hüseyin’imin safında düşmana karşı savaşırken iki kolunu da kaybedip şehid düşecek.' Ben bu sözleri duyar duymaz feryad edip ağlamaya başladım. İmâm Ali (a.s) ise beni şu sözlerle teskin etmeye çalıştı: 'Bilesin ki, bu yavrumuz cennette büyük bir makama sahip olacak. Hak Teâlâ nasıl ki abim Câfer’e iki kanat hediye ettiyse, ona da iki elinin karşılığı olarak iki kanat bağışlayacak ve Abbas’da bu kanatlarla cennette meleklerle birlikte uçacak!“   
Evet; cesaret, sadakat ve fazilet sahibi Ebulfazl Abbas’da tıpkı amcası Câfer gibi kolları kesilmiş bir vaziyette şehidler kervanına katılmıştı. Abbas’ın şehâdetinden sonra İmâm Hüseyin (a.s) elinde kılıcıyla koskoca meydanda tek başına kalmıştı. Artık, o Kerbelâ çölünde “tek başına bir ümmetti“. İmâm (a.s) büyük bir kahır içerisinde ama yılmadan “tek başına bir ümmet“ olarak düşman sürüsüyle mücadeleye devam ediyordu. Bu ara düşman tarafından atılan bir ok İmâm’ın üst damağına isabet ediyor. İmâm (a.s) oku çıkarınca eli-yüzü kan-revan içerisinde kalıyor. Ve dudaklarından şu sözler dökülüyor: “Allah’ım! Peygamber’inin kızının oğluna, imâmların vasîsine yapılanları Sana şikâyet ediyorum. Bizi bu zalimler karşısında yalnız bırakanları da Sana havale ediyorum.“
İmâm (a.s) son yardımcısı Ebulfazl Abbas’ı da yitirince tamamen acılara, hüzün ve kedere garkolmuştu. Aziz İmâm’ın (a.s) bir gün içersinde uğradığı şu musibeti, yaşadığı şu tarifi imkânsız acıyı tahayyül edebiliyor musunuz? Değil İslâm tarihi, acaba insanlık tarihi böyle bir trajediye tanık olmuş mudur? Dünya böyle bir barbarlık örneği daha görmüş müdür? Nasıl olur da Allah Resûlü (s.a.a) ahirete irtihâl ettikten kısa bir süre sonra onun ailesine böyle bir canavarlık reva görülür? Nasıl olur da Müslümanım diyenler Ehl-i Beyt’e sahip çıkmaz? “Benden sonra Ehl-i Beyt’ime nasıl davranacağınıza dikkat edin“ deyip ısrarla ümmetini uyaran Allah Resûlü (s.a.a) değil miydi?
Rahmet Peygamber’i (s.a.a) o gün mahşerde “Ehl-i Beyt’im ve bir avuç yâreni Kerbelâ çölünde zalimler tarafından lime lime doğranırken siz neredeydiniz? diye sormayacak mı?“ O gün mahkeme-i kübrada “Bu mazlum insanlar hangi suçtan ötürü katledildiler“ diye sorulmayacak mı? Şimdi Allah Resûlü’nün (s.a.a) ümmete emanet ettiği torunu Kerbelâ çölünde 30 bin kişilik düşman ordusu karşısında yapayalnız kalmıştı.
Gözleri dönmüş, yürekleri taş kesilmiş, acıma duygusu nedir bilmeyen bu zalimler şimdi Kerbelâ çölünde yapayalnız kalan İmâm’ı (a.s) kesip doğramaya hazırlanıyordu! İmâm (a.s) son kez çadırlara yöneliyor ve ağlaşan kadınları teskin etmeye çalışıyor. Bu ara hasta ve bitkin bir vaziyette yatmakta olan oğlu Zeynelâbidin’in yanına gidiyor, başını okşuyor ve birkaç cümle ile ona nasihatte bulunuyor. İmâmet ve ümmetin velâyeti ile ilgili daha önceki vasiyetini kısaca hatırlatıp, metanetli olmasını ve kadınlara sahip çıkmasını söylüyor. 
Zeynelâbidin yani diğer ismi Seccad, Kerbelâ faciası yaşanırken gencecik bir delikanlı olarak hasta ve ayağa kalkamayacak kadar halsiz ve mecâlsizdi. Bu durum ona çok ağır geliyordu. Babasına ve bir avuç candan geçmiş fedakâr insana yönelik saldırılara tanık oluyor ancak hastalığından dolayı kalkıp onların yardımına koşamıyordu. Acılar içerisinde olanları seyrediyordu. Şimdi de babası onunla vedalaşmış ve düşmana karşı son hamlesini yapmak için meydana çıkmıştı.
Babasını meydanda tek başına gören Saccad (a.s) dayanamayıp kendisini toparlamaya çalışıyor, fersiz- mecâlsiz yarı büklüm bir vaziyette kılıcını eline alarak ayağa kalkmayı başarıyor ve “Babama yardıma gitmeliyim“ diyerek çadırdan çıkmaya teşebbüs ediyor. Onu bu vaziyette gören halaları Zeynep ve Ümmü Gülsüm “Oğlum bu halinle nereye gidiyorsun“ diyerek müdahale edince. Seccad “Halacığım! Görmüyor musunuz, babam meydanda tek başına kaldı. Hiçbir yardımcısı yok. Bırakın  ben ona yardım edeyim“ diye karşılık veriyor.
İmâm Hüseyin (a.s), oğlunun kendisine yardım etmek için takatsiz bir vaziyette meydana çıkma teşebbüsünü görünce bacısına seslenip şöyle diyor: “Ey Zeynep, ey Ümmü Gülsüm! Bırakmayın onu. Yeryüzü velâyet nûrundan, Al-i Muhammed’in (s.a.a) neslinden yoksun kalmasın.“ Halaları Seccad’ı (a.s) zorlukla  çadıra geri götürüyorlar. Buna rağmen Seccad (a.s) ağlamaklı bir ses tonuyla, gözlerinden yaşlar süzülerek “Bırakın beni. Babama yardıma gideyim“ diye yalvarıp duruyor.. 
İmâm Hüseyin (a.s) meydana çıktığında son kez gözlerini şehidlerin üzerinde gezdiriyor. Yaralılardan da kimse sağ kalmamış hepsi şehâdet şerbetini içmişti. Ashabından ve ailesinden mavsalları ve organları kesilmeyen, bedenleri lime lime doğranmayan tek bir kişi bile kalmamıştı. Bütün bu olup bitenler bir fay hattı kırılmasının, bir eksen kaymasının sonucuydu! Yoksa “sırat-ı mustakim“ üzere olan bir ümmet böylesi bir hâle düşer miydi!
Düşünebiliyor musunuz, aklınız-hafsalanız alıyor mu? Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber’in (s.a.a) torunu, nübüvvet misyonunun hamisi, velâyet nûru Kerbelâ denilen çölde 30 bin kişilik bir ordu tarafından kuşatılmış lime lime doğranmak üzere! Üstelik kendilerini İslâm’a isnad eden bir güruh tarafından. İslâm kim, bunlar kim? İnsanın insana kızgın bakmasını haram kılan bir din hiç böyle bir katliâma onay verir mi?
Daha önce belirttiğimiz gibi, zalim Yezid’in askerleri katliâma girişmeden önce daha fazla sevaba nâil olma adına Fırat’a gidip abdest almışlar ve ikişer rekât namaz kılmışlar! Dinin fanatizme dönüştürülmesi bu olsa gerek! Akılları sıra işledikleri insanlık dışı cinayetleri Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya onaylatacaklar ve karşılığında sevap kazanmış olacaklar! Subhanallah! Bu nasıl bir mantık?! 
İşte İmâm Hüseyin (a.s), muazzez İslâm dininin bu hâle getirilmemesi için kıyam etmişti. Bir başka ifadeyle bu kıyam “emr-i bil maruf ve ney-i anil münker“ için yapılmıştı. İmâm Hüseyin (a.s) kıyam ve devrimiyle tüm çağlara ve tüm nesillere vermek istediği mesaj Yezid melununun din anlayışı ile yüce İslâm dininin hiçbir alâkasının olmadığı idi. 
İmâm (a.s), İslâm’ı her türlü sapmalardan ve tahrifattan  korumak için, İslâm’ın özgün yapısında kalması için bu kıyamı yapmış ve İslâm’ın bekâsı uğuruna en sevdiği can dostlarını, aile bireylerini bu yolda yitirmiş ve sonunda kendi canını da bu uğurda feda etmişti. İmâm (a.s) ve yarenlerinin yapmış olduğu bu fedakârlık İslâm tarihine silinmeyen altın harflerle yazılmıştır.
İşte İmâm Hüseyin (a.s) katilgâhında “zıbh-i azim“ (büyük kurban) olarak kendisini âlemlerin Rabbi’ne takdim ediyor. Düşmanları etrafını kuşatmış bir vaziyette hınçla üzerine saldırmak üzereler! O ise tek başına bir dağ gibi, bir elinde kılıç diğerinde kalkan düşmanına darbe vurmak için bekliyordu. Şimr b. Zilcevşen bir grup adamıyla etrafını sarıp saldırıya geçiyorlar. İmâm (a.s), kendisine saldıranlara karşı öylesine hışımla karşılık veriyordu ki, neye uğradıklarını şaşırmış bir vaziyette kaçmaya yetiştiremiyorlardı.
Ancak düşman bir türlü saldırmaktan vazgeçmiyordu. Üst üste yapılan hamlelerin sonunda İmâm (a.s) başından yaralanmıştı. Bunu fark eden düşman tekrar saldırıya geçmişti. İmâm (a.s) bu saldırıyı da püskürtmüştü. İmâm (a.s), yaralı olmasına rağmen görülmemiş bir kahramanlık ve cesaret örneği sergileyerek darbeleri karşılıyordu. 
Hümeyd b. Müslim İmâm’ın (a.s) Kerbelâ’daki metanetle ve korkusuzca yapmış olduğu savaş ve mücadeleyi şöyle anlatıyor: “Allah’a andolsun ki; çocukları, ailesi ve arkadaşları katledildiği hâlde onun gibi kendine hâkim olan ve sağlam bir yürekle, korkusuzca ve kahramanca savaşan birini hayatım boyunca görmedim. Piyadeler saldırdığında, o da hamle yapıyor ve onları kılıcıyla dağıtıyordu. Karşısındakiler bir kurdun saldırısına uğrayan keçiler gibi sağa sola kaçışıyorlardı.“ (el-İrşad, 2 / 111; İ’lamu’l-Vera, 1/468)
Evet, İmâm (a.s) böyle bir savaşçıydı. Bu nedenle düşman saldırmaktan vazgeçmiş ve kalleşçe-kahpece bir yol izleyip İmâm’ı (a.s) uzaktan ok yağmuruna tutmaya başlamıştı. Kalkanı İmâm’ı (a.s) korumaya yetmemiş ve İmâm’ın (a.s) bedenine birçok ok isabet etmişti. İmâm (a.s) acılar içerisinde dizüstü yere çöktüğünde sırtlanlar sürüsü gibi birden üzerine çullanıveriyorlar. Bu atılan oklar ve vahşi saldırılar aynı zamanda “Hüseyin bendendir, ben Hüseyin’denim“ diyen Allah Resûlü’ne (s.a.a) yönelikti. İmâm’ın (a.s) aldığı her darbe adeta Allah Resûlü’ne (s.a.a) vurulmaktaydı! 
Zur’a b. Şerik, elindeki kılıcıyla İmâm’ın (a.s) sol omuz küreğine bir darbe indirerek kolunu kesiyor. Bir başkası omuzuna bir kılıç darbesi vuruyor. Peşpeşe gelen darbelerin etkisiyle İmâm (a.s) yüzüstü yere kapanıyor. Bu ara Senan b. Enes en-Nahaî melunu ise mızrağını İmâm’ın (a.s) sırtına saplıyor. Ve İmâm Hüseyin (a.s) bu vaziyette “zibh-i azim“ (büyük kurban) olarak ruhunu Rabbi’ne teslim ediyor ve mele-i âlâ’ya-makam-ı illiyyine yükseliyor. 
Düştü Hüseyin atından Sahra’y-ı Kerbelâ’ya
 
Cibril var-git; haber ver, Resûl-i Kibriya‘ya
(Kur’an kadim peygamberlerin kıssalarından söz ederken İbrahim (a.s) ve İsmail‘in (a.s) Allah’a olan teslimiyetlerini örnek vermektedir ve bu teslimiyetin karşılığı olarak aynı şecere-i tayyibeden birinin “zibh-i azim“ (büyük kurban) olacağından söz etmektedir, çağlar ötesinden.. İşte vahyin dilinde sözü edilen kişi İmâm Hüseyin’den (a.s) başkası değildir.)
Hulî b. Yezid el-Esbahî öne çıkıp İmâm’ın (a.s) mübarek başını kesmek istiyor. Ancak o esnada onu bir titreme tutuyor. Şimr bağırarak onu azarlıyor. Sonra atından inerek İmâm’ın (a.s) mübarek başını gövdesinden ayırıp Hulî b. Yezid’e uzatıp “Al, bunu komutanımız Ömer b. Sa’d’a götür“ diyor. 
O esnada İmâm’ın (a.s) kendi üzerindeki eşyalara ve çadırlara yönelik gasp, talan ve yağma da başlıyor. İshak b. Hayve el-Hadremî gömleğini, Ahnes b. Mirsad sarığını alıyor. Benî Dârim kabilesinden bir kişi de kılıcını alıyor. Sonra çadırlara yönelip kadınların süs eşyalarına da el koyuyorlar. Ardından develeri gasp edip yükleri talan ediyorlar. (el-İrşad, 2 / 112; İ’lamu’l-Vera, 1 / 469) 
Tarihu’l Taberî’de geçtiği üzere (c. 4, s. 314) İbn Ziyad, Ömer b. Sa’d’a yazdığı mektubunda Allah Resûlü’ne (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’e olan kin ve nefretini açıkça ibraz edip hiçbir acıma duygusuna kapılmadan yapacakları katliâmın hangi boyutlarda olması gerektiğinin talimâtını veriyor. Çadırların yakılmasını, kadınların esir alınmasını, erkeklerin tümünün kılıçtan geçirilmesini ve başların kesilip mızraklara takılmasını, naaşların ise atlarla çiğnenmesini bizzat Ubeydullah b. Ziyad melunu emrediyor. Özellikle naaşların çiğnetilmesini, daha önceden ahdettiğini belirtip mutlaka yerine getirilmesini emrdiyor.  
Yezid ve İbn Ziyad melunlarından alınan emirle hunhar caniler canavarca bir cinayet işleyip Kerbelâ toprağını İmâm Hüseyin (a.s) ve yârenlerinin pak kanlarıyla suluyorlar. Ayrıca  Fırat’ın suyunu kan deryasına dönüşmüş katilgâha doğru salıp, atlarıyla cesetleri çiğnemeye, mübarek şehidlerin naaşları üzerinde tepinmeye başlıyorlar. Kısa bir süre içerisinde ortalık ceset ve kanla yoğrulan çamur deryasına dönüşüyor. Melun Yezid’in askerleri sevinç çığlıkları, mutluluk naraları,  atarak ve çirkince recezler okuyarak zafer (!) kutluyorlar. Bir kısım askerler ise şehid cesetlerine yapılan bu insanlık dışı muameleyi büyük bir iştiyâk içerisinde “yalazcı ateşçiler gibi“ seyrediyorlar.
Bir avuç mü’mine yapılan insanlıkdışı muameleyi izliyorlardı. Gerçi içlerinde Kûfe ve Basralı bazı kişiler bu manzarayı kahır içerisinde seyrediyorlardı. Olayın böylesine vahşiyâne bir hâl alacağını tahmin etmemişlerdi. En azından teslim olurlar diye beklenti içerisindeydiler. Yezid’in safında yer alıp böyle bir katliâma ortak olmak onları kahretmişti. Büyük bir üzüntü ve ısdıraba garkolmuşlardı. İçten içe kendilerini kınıyor ve “Hür kadar olamadık“ diye hayıflanıyorlardı.
Evet; böylesi bir handikap da yaşanmıştı Kerbelâ’da! Şair Farazdak’ın dediği gibi: “Kalpleri İmâm’la, ama bedenleri Yezid’in safında!“  
Takvim yaprakları Hicrî 10 Muharrem 61 yılını gösteriyordu. O gün gökyüzünü koyu bir kızıllık kaplamıştı. Âdete gökyüzü ve tüm ufuklar kan ağlıyordu. 
İmâm Hüseyin’in (a.s) atı Zülcenah, İmâm’ın yerde yatan başsız bedenini kokluyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Zülüflerini (yelesini) kana buluyor Zülcenah.. Kendi bedenine isabet eden okların değil İmâm’ın (a.s) yerde yatan bedeni ona acı veriyordu. Sessiz ve için için ağlıyordu Zülcenah.. Aslında bütün atlar sahiplerine karşı sadıktır ve böyle bir durumda aynı vefayı gösterirler. Ama Zülcenah’ın hisleri daha farklıydı. O yüceler yücesi bir sadakate ve büyük bir vefaya sahipti.. Siz Zülcenah’ın Resulûllah’ın (s.a.a) yadigârı olduğunu biliyor muydunuz? O Zülcenah ki Resulûllah’ın (s.a.a) sevgisine mazhardı. Sonrasında velâyet şahı İmâm Ali (a.s) sahibi ve şefkâtli bakıcısıydı ve bilâhire İmâm Hasan (a.s) ve sonra da İmâm Hüseyin (a.s).. 
Zülcenah, âdeta İmâm’ın (a.s) şehâdet haberini vermek için koşarak çadırlara ulaşıyor. Öylesine acı acı kişniyor ki onun sesini duyan, gelişini gören kadınlar heyecan ve panik içerisinde koşmaya başlıyorlar. Yelesi kana bulanmış Zülcenah yanlarına geldiğinde bir vaveyladır kopuveriyor. Kadınlar Zülcenah‘ın boynuna sarılıp feryad edip ağlamaya ve barbar zalimlere ilenmeye-lânet okumaya başlıyorlar. 
Çok geçmemişti ki haydut çakal sürüleri çadırların etrafını kuşatıyorlar. Resulûllah’ın (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’in ihtiram ve saygınlığı hiçe sayılarak çadırları ateşe veriyorlar. Ortalığı bir anda alevler ve kapkara dumanlar kaplıyor. Peygamber (s.a.a) ailesine yapılan nasıl bir vahşilik ve nasıl bir barbarlıktı bu? Sağa sola kaçışan çocuk ve kadınları tek tek yakalayıp zincirlere vuruyorlar. Ehl-i Beyt hanımlarının iffet ve mahremiyetini hiçe sayarak üzerlerindeki cilbab, takı ve değerli eşyalara varasıya dek neleri varsa alıyorlar. 
Bu ara gözleri dönmüş caniler hasta ve bitkin bir vaziyette yatmakta olan İmâm Seccad‘ın (a.s) başına üşüşüp onu öldürmek için tartışmaya koyuluyorlar. Vicdanen rahatsız olmuş biri “Bırakın onu“ derken, diğeri “Hiçbir erkeği sağ bırakmayın‘ diye emir almadık mı?“ diyerek kılıcıyla İmâm Seccad’a (a.s) vurmak için sabırsızlanıyordu. O esnada Zeynep validemiz, dişi bir arslanın kükreyip hamle yapması gibi ileri atılıp “Yeğenime dokunmayın!“ diye öyle bir feryad ediyor ki İmâm Seccad’ın (a.s) üzerine çullananlar korku ve panik içerisinde geri çekilmek zorunda kalıyor. 
“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını fırkalara ayırıp bölmüştü. Onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkekleri boğazlayıp kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütûfta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz.“ (Kasas: 4-5)  
Barbarlıkta had safhaya ulaşmış canavarlar az kalsın İmâm Seccad’ı (a.s) da katledeceklerdi. Oysa Kerbelâ Devrimi, ilâhî velâyet önderlerinin rehberliğinde kutlu bir kıyam ve özgürlük meşâlesi olarak kıyamete kadar sürecekti. İmâm Hüseyin’den (a.s) sonra bu meşâleyi taşıyacak olan İmâm Seccad’dan (a.s) başkası değildi… Artık o da “tek başına bir ümmetti!“



YORUM YAZ
BU HABER İÇİN HENÜZ YORUM EKLENMEMİŞTİR.
 Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları, okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir. Yazılan yorumlardan Araştırmacı Yazarlar hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
DİĞER Hazım KORAL HABERLERİ
VİDEO GALERİ
 
YAZARLARIMIZ
Y
Metin ALKAN
ZEKAT , FİTRE VE ORUÇ FİDYESİ KİMLERE VERİLİR?
Y
ferit karasu
YÜREĞİM DEKİ ŞEHİR
Y
Nurcan CANKORU
MENZİLE
Y
Mehmet GÖÇMEZ
ANMAK MI ANLAMAK MI
Y
SERDAR BOZDOĞAN
TARİH BİZİ ÇAĞIRIYOR BİZDE TARİHE YENİDEN ÇAĞ AÇTIRIYORUZ
Y
Pınar SÖNMEZ
AŞK BİR NOKTA
Y
Hatice BAŞKAN
KADINSIN
Y
Fatmanur KUŞ
SU GİBİ AZİZ OL EVLADIM
Y
Duygu Gürses DİKEN
MALINI BAĞIŞLAYAN ELBETTE KURTULUŞA ERMİŞTİR..
Y
Zeynep DEMİR
önce sela, sonra adın okunur minarelerden.
Y
Ayhan KÜFLÜOĞLU
Eşyayı gösteren Rabbimiz’in varlığı, o eşyadan daha zahir ve kesin
Y
Nur KABADAYI
Umut Ederek Yaşamak
Y
Büşra ŞENTÜRK
Sen Kaderim Misin
Y
Büşra Nur GECE
Mabede İsmet; Meryem'e Betül Sıfatı Yakışır...
Y
Merve DİKİCİ
TEVEKKÜL KIL
Y
Ebru ATA
KIYIYA İNSANLIK VURDU
Y
Mustafa KAYALI
ZAMAN VE MEKÂNDA KIBLEMİZ
Y
Türker ELMAS
NUR ve HAKİKAT AVCILIĞI
Y
Nagihan ZENGİN
Ademiyetten Kemaliyete İrfan Yolculuğu
Y
Öznur MACİT
bir b/akış bir yürüyüş (04,05,14 Eskici dergi yayınlandı)
 
EDİTÖRÜN SEÇTİKLERİ
BİR DOST PENCEREMDEN TÜRKİYEDE HANGİ NURCU KOLLARI FETÖYE DESTEK VERİYOR 2022 RAPORU VE BELGELERİ REFERANDUM SEÇİMLERİ ÖNCESİ BOMBADA FETÖNÜN PARMAK İZLERİ!!! (1)
 
KONUK YAZARLARIMIZ
K
İsmail GENÇ
İnsanız ve İnsanlığı Özlüyoruz
K
Emrah POLAT
Vahametlerle İmtihan ve Müracaat
K
Mehmed ESMER
Kubbetüs Sahra'yı tanıyacağız
K
Elif NİSA
Gerçekten İnsan Azar
K
Elif MUSLUOĞLU
Cemâli Bâ Kemâle Seyredelim
K
Fikriye AYYILDIZ
GAFLET
K
Merve YAĞMUR
ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ
K
Fuat TÜRKER
Münafıklar Kavramıyorlar!
K
Hüray BOZBIYIK
TESETTÜRÜN VERDİĞİ HUZUR
 
ÖZEL RÖPORTAJ
Ferudun Özdemir: 'Allah Var, Problem Yok'
Ferudun Özdemir: 'Allah Var, Problem Yok'
Ferudun Özdemir, “Allah var, problem yok!” adlı kitabında, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, Allah'a dayanıp, O'na güvenen insanların bir şekilde aydınlığa kavuşacaklarının farkındalığını oluşturuyor zihinlerde…
 
E-POSTA LİSTESİ
 
FOTO GALERİ
 
ANKET

Web Sitemize Nasıl Ilaştınız?




 
cheap jordans|wholesale air max|wholesale jordans|wholesale jewelry

Sitemizde yayınlanan haberlerde basın ahlakına, hukuk ilkelerine, insan hak ve özgürlüklerine bağlı kalacağımıza söz veririz. Yazarlarımızın yazılarıyla ilgili her türlü sorumluluk kendilerine aittir. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.

Adres : Sizde Araştırmacı Yazarlara Katılabilir Çalışmalarınızı Yayınlatabilirsiniz! arastirmaciyazarlar@gmail.com a Ad Soyad ve Yazar Resminizle birlikte gönderin değerlendirelim